Aslinda her okuyusumda ozlemimi daha cok deprestiren eski bir yazidir "Radyo Gunleri".
O gunlerde haftada bir radyo programi yapiyordum. Anneannemin vefati uzerine bir programimi kisaltmis ve tamamen ona ayirmistim. O program icin yazdigim metindir " Radyo Gunleri".
Vecihaanim ben buyuyecem de onun hayatinin romanini yazacam diye hala bekleyedursun, kalbimin yarasi incecik bir kabuk tutmamisken bu yaziyi yeniden okumak bile beni altust eder. Yazilarimi bu sayfalara aktarirken elim ilk "Radyo Gunleri"ne gitti ama yapamadim. Ta ki bugun Ahmet Turan Alkan'in yazisini okuyana kadar....
Ahmet Turan Alkan, "Halamin Romani nicin yazilmadi?" diye soruyor ve Turk romaniyla ilgili mukemmel tespitlerde bulunuyor:
".....Şimdi yıllar sonra Türk romanlarında boy gösteren kadın portrelerine göz gezdirirken, kendimce çok mühim bulduğum bir eksikliğin farkına varıyorum: Annelerimiz, ninelerimiz, teyzelerimiz orada yoklar. Belki roman tekniğinin dayattığı bir ihmal: Mâlum ya, her sanat eseri gibi roman da tasannu’ eseridir. Hayatın kendisi değildir. Ayrıntılar, önemli-önemsiz tasnifine tabi tutulmaksızın hayatın içinde yer alırlar ama sanatkâr, olanların büyük kısmını ihmal etmek, çok küçük bir cüzünü ise abartmak zorundadır. Bu zaruri seçim esnasında, farzımuhal sevgili halacığımın kaale alınmayacak kadar etkisiz görünen elemanlardan sayılması beni hüzünlendirdi. "
Eee Vecihaanim ruyama girse "hani yazacaktin, ne secimelerin romanlari yazildi benimki yok" dese bu kadar sarsici olurdu herhalde...
Ahmet Turan Alkan'in halasini anlatisi da etkili oldu diyebilirim. Soyle anlatmis halasini:
"...Rahmetli halam –piyano çalmak bir yana- , ömründe piyano görmemişti. Yunus Emre’den başka şair tanımamış, Kur’an-ı Kerim ve Evrâd-ı Bahaiyye’den başka kitabı iki gün üst üste eline almamış, “Kâbe’nin yolları” kabilinden ilâhilerden gayri musiki teganni etmemiş ve kocasına karşı asla sesini yükseltmemişti. Sokağa çıktığında giydiği koyu vişne çürüğü döğme ipekli çarşafı en az kırk sene kullanmış, sonra da yorgan üzerine döşemişti. Sinemayı hiç tanımamış, nadiren eline geçen gazete sayfalarını mutfak raflarına sermek için kullanmış, hayatında bir gün olsun “ne olacak bu memleketin hali” diye tasalanmamıştı. Gençliğinde kırmızı krepon kağıtları ıslatarak allık niyetine yanaklarına sürdüğünü anlatmıştı bir gün; ve ara sıra zaten kudretten sürmeli gözlerine “sünnettir” kavliyle Kâbe sürmesi çeker ve o anlarda olağanüstü güzelleşirdi.
Ömrü boyunca beş vakte kattığı “teheccüd”lerde, “işrak”larda, “kuşluk”larda, “duha”larda ve “salât-ı evvâbin”lerde döktüğü gözyaşları –moda tabirle- asla hayata geçmedi: Halam Kâbe yollarına yüz süremeden öldü. Hic cocugu olmadi..."
Iste bu satirlar bana 8 sene once yazdigim " Radyo Gunleri"ni hatirlatti ve "Tamam" dedim "Zamanidir".
Buyurun anneannem Vecihe hanim'in anisana -yeniden- "Radyo Gunleri":
"Radyoyla tanismaniz nasil olmustu?....Ben o sihirli kutuyla orta yasli, sen sakrak bir Istanbul hanimefendisinin mutfaginda tanismistim. O kucuk ama hatirasi buyuk mutfagin demirbasiydi kahverengi philips radyo... Cocuklugumun hatta butun hayatimin pistigi o mutfakta dinlemistim ilk "arkasi yarin" programini. Sarkilardan fal tutmayi, neseli sarki cikarsa sevinip, huzunlu sarki cikarsa hayirdir insallah diye ic gecirmeyi ve bir daha huzzam makaminda sarki tutmamayi o mis kokulu mutfakta ogrenmistim.
Belki de o yuzden "Orhan Boran'li eglence programlari" yagli balli ekmek tadindaydi, "okul radyosu" da tahin helvasi... Ekmek kirintisina basanin carpilacagina, tabaginda yemek birakanin kocasinin cilli olacagina, besmelesiz yenen yemegin karin doyurmayacagina o mutfakta inandim. Ogretmeninin verdigi tavugu,diger arkadaslari bir yerlere gizlenip kestigi halde, Allah'in gormedigi hic bir yer olmadigi icin kesemeden geri donen cocugun hikayesini o yesil mutfak masasinin basinda dinledim. Cocuklugumun fon muzigi hep radyodan yayildi. O sen sakrak, orta yasli , Istanbul haniminin radyosundan...
"Anneanne zelzeleyi anlatsana" diye anlattirmaya basladigimiz zor ve cileli hayatinda onu avutan cocuklari ve radyosu olmustu. Yemek yaparken , dikis dikerken hep yanibasindaydi radyosu. Uc evlat acisi yasamis ama bir an isyan etmemis o guzel hanimin en yakin arkadasiydi. Bize hayatini anlatirken kimi anlarda yasli gozlerle " Hadi baska mevzu konusalim" deyiverir ben de o roman gibi hayati bir gun yazacagimi soylerdim.
Radyolu gunler o evden tasinilinca sona erdi galiba... Ya da eski akide sekeri tadi kalmadi "yurttan sesler korosu"nun baska mutfaklarda... Anneannemin "el radyosu" da yataginin basucunda, yastiginin yanindaki yerini aldi. Radyonun mutfaktaki saltanati bitti boylece. Artik ufak torunlardan kose bucak saklanan bir kucuk hazine olarak ortulu yerlerdeydi.
Anneannemle radyonun emeklilik hayatlari bir nevi beraber baslamisti. Anneannem mutfagi gelinine birakmisti, radyo da yeni gelen havali radyo-teybe. Turk sanat muzigi nagmelerinin yerini de pop sarkilari almisti....Anneannemle radyosu geceleri usulca bulusan iki sirdasti artik.
Radyo gunleri bittiginde ben, hic inmek istemedigim o kucaga ancak hafta sonlarinda kosabilen okullu bir genctim artik.
O gunlerden bugune cok radyo dinledim, cok sarki sevdim belki ama hic biri cocuklugumun radyo sarkilarinin yerini tutamadi. Sadece bazen bir Saadettin Kaynak sarkisiyla anneannemle beraber sarkilardan fal tuttugumuz o mutfaga, cocukluguma uzandim.
Gecen hafta bana muzigi, radyoyu daha onemlisi imani, ibadeti,duayi sevdiren o sen sakrak Istanbul hanimini, anneannemi ebedi aleme ugurladim. "Artik cocuklugum bir telefon kadar yakin degil bana" diye uzulurken, ona dualar hediye etmeye calistigim bu hafta farkettim ki anneannem de cocuklugum da bir dua kadar yakinmis.
Bu haftaki programimi biraz da taammuden anneanneme ayirdim. Sirf sonunda sizlerden onun icin bir fatiha isteyebileyim diye. Dualarinizi bekliyor ve programimi siradaki sarkiyi tum anneanneler ve torunlari icin isteyerek bitiriyorum.
Ben Esra, iyi haftalar efendim..."
Monday, November 9, 2009
Saturday, November 7, 2009
GDO (Genetigi Degistirilmis Organizma) OLASIM GELDI. DEGISTIRIN GENETIGIMI ANLAMAK ISTIYORUM ALEMI...
Su annelik zor zenaat... Sucluluk duygusu forever!... "Yahu ben bu velede 6 aylik degil 9 aylikken sebze corbasi vermeye baslasaydim hirt olmaz miydi ki?" "Acaba hamileyken yemedigim ispanaklar yuzunden mi kesirleri anlamiyor" "Ah ah biz de tutsaydik saati 100 dolarlik hocayi bizimki de kazanirdi universiteyi" Yazayim desem daha uzar da uzar.
Etraf ana babayi daha da bunalima sokan kitaplarla dolu. Oku oku, psikopata bagla.... Sonra saldir cocuga, sen sag ben selamet.
Aslinda baska bir bahis olsa "yarasi olan gocunur kardesim, vazifeni yapiyorsan niye bu sucluluk" diye girisirdim. Velakin mevzu ettigimiz meslek tabiati itibariyle hassaslik, pimpiriklilik ve sulugozluluk ihtiva ettigi ve de akildan cok duygu ve icguduye dayanarak eleman aldigi icin boyle bir denyoluk yapmiyorum.
Gozunu sevdigimin isinin hazirligi falan da yok. Var diyenin alnini karislarim. Tamamen on the job training.(tercume: hizmet ici egitim)
Tecrubeli annelerin tavsiyeleri de ilk cocukta , hele hele ilk gunlerde tamamen havada kaliyor.
Anacigimin felsefe aleminin nobelini hakeden makro ozetleri vardir. O bile I Ih hic bir ise yaramamisti. Sadece yillar sonra kadincagizin tum annelik fenomenini ozetledigini "vay beee" seklinde farketmistim.
Ne miydi o makro ozet? Cicegi burnunda anne olarak alisik olmadigim bir rutinin icinde ve beynimize modern dunyanin doldurdugu pedagojik bilmem neyler sayesinde "Anneee n'apicam beeen" diye hoynkurdugum bir anda annecim o makro ozetini en sevimli sesiyle soylemisti
" Seve seve buyutucen yavrum". Tabi ben bunu "sakin ol" kelimesiyle bir tutmustum o zaman ve o sihirli 10 derste anneligin ilk 3 ayinda yapilacaklar listesini beklemistim. Sunu bile demistim hatta "Ya ben yapmam gerekenleri(neyse ki onlar) yapmaya yetismekten cocugu sevecek zaman bulamiyorum ki!". Bahsettigim de bebegin yemesi, icmesi, temizligi, uykusu gibi islerdi, holding falan yonetmiyordum yan tarafta.
Her cesit kitabi okuyordum. Ise yaramadi diyemem. Daha cok elalemin cocuk yetistirmesine musallat olacagim zamanlarda yaramistir o ayri. Mesela cocuga hayir deyip sonra veled avazi ciktigi kadar aglayip elemanin gozunu dondurunce istedigini yapan anneleri bu derin bilgilerimle uyarmisimdir. Cocuklarina "agla, cirkefles o zaman istedigin olur" mesaji verdiklerini falan bikmadan anlatirim. Iki cocugumda da bu hususa dikkat ettigim icin kendimde kaynanalik yapma hakkini gorur ve firsati hic kacirmam evelalah.
Simdi dusunuyorum da muhtemelen bunun teorisini falan hic okumadan cocuklarini ve torunlarini bu sekilde buyutmustu anneannem ve dahi annem. Simdi aklin yolu bir diyeceksiniz ama o kadar basit degil. Senelerce yuzlerce kisilik sirketler yonetip, okuyup ufleyip sonra da ufacik bir veledin parmaginda vizir vizir donup ele gune malamat olanlar taniyorum ben.
"Ay sekerim simdi cocuklar daha kiymetli. Her sey onlar icin degil mi ama. Ondan ondan..." diyen cocuk merkezli aile muminlerine de hak vermiyorum. Taaa 40 yil evvel en cocuk merkezli aileydi bizimkisi ama bu, cocugun "hayat benim etrafimda donuyor len" diye hissedecegi sekilde degildi. Hayatin bizim etrafimizda dondugunu hissettigimde ben kazik kadar bir kadindim.
Bizim hissettigimiz sevildigimiz, onemsendigimizdi bir de guven.
Bu noktada kahramanim olan sahane kadinin baska bir makro ozetini de belirtmeden gecemeyecegim. Daha bir pratik annelige yonelik olarak sunu derdi: "Cocuk aglatilmaz (ama cocuk hele de bebeyken aglaar, oyle iletisim kurar ya hani bkz kitaplar) cocugun temel ihtiyaclarini onu aglatmadan -kendisinin daha veciz ifadesiyle" aglayip azmadan"- karsilayacaksin."
O zaman dedigini dinlediysem de aglamanin da cok problem olmayacagini dusundugum olmustu. Simdi aglamadan buyutulmus bir cocuk olarak temel ihtiyaclarim (calisinca maasimin odenmesi, esit muamele...vb) icin niye cazgirlik edemedigimi dusununce durumu daha iyi kavriyorum. Evet temel ihtiyaclar aglamadan karsilaninca iste o zaman bebegin aglamasi bir iletisim yolu olabiliyor. Cunku eminsin ac degil, uykusu yok, alti temiz bebegin sana bir sey anlatmaya calisiyor. Anacigimin demesiyle "iste o zaman cozebilirsin her aglamanin ne manaya geldigini, hepsinin tonu baskadir..."
Simdi elinde bilmem ne marka organik mamasiyla bebesine kati mama sunan, bebecik bizim kabul gunu tabagina el kol salladi diye agzina tavuk gogsunden yalatmamiza" ay onlardan vermesek" diye engel olarak kendini oz hakiki ana sanan vatandasin yaninda "Aaa kati mamaya gecen dunyadaki ilk bebek bak kizim gordun di mi" diyen ben mi kabahatliyim yoksa genetigi akil fikir genleriyle degistirilesi ana-baba okulu camiasi mi?....Baska sorum yok!
Etraf ana babayi daha da bunalima sokan kitaplarla dolu. Oku oku, psikopata bagla.... Sonra saldir cocuga, sen sag ben selamet.
Aslinda baska bir bahis olsa "yarasi olan gocunur kardesim, vazifeni yapiyorsan niye bu sucluluk" diye girisirdim. Velakin mevzu ettigimiz meslek tabiati itibariyle hassaslik, pimpiriklilik ve sulugozluluk ihtiva ettigi ve de akildan cok duygu ve icguduye dayanarak eleman aldigi icin boyle bir denyoluk yapmiyorum.
Gozunu sevdigimin isinin hazirligi falan da yok. Var diyenin alnini karislarim. Tamamen on the job training.(tercume: hizmet ici egitim)
Tecrubeli annelerin tavsiyeleri de ilk cocukta , hele hele ilk gunlerde tamamen havada kaliyor.
Anacigimin felsefe aleminin nobelini hakeden makro ozetleri vardir. O bile I Ih hic bir ise yaramamisti. Sadece yillar sonra kadincagizin tum annelik fenomenini ozetledigini "vay beee" seklinde farketmistim.
Ne miydi o makro ozet? Cicegi burnunda anne olarak alisik olmadigim bir rutinin icinde ve beynimize modern dunyanin doldurdugu pedagojik bilmem neyler sayesinde "Anneee n'apicam beeen" diye hoynkurdugum bir anda annecim o makro ozetini en sevimli sesiyle soylemisti
" Seve seve buyutucen yavrum". Tabi ben bunu "sakin ol" kelimesiyle bir tutmustum o zaman ve o sihirli 10 derste anneligin ilk 3 ayinda yapilacaklar listesini beklemistim. Sunu bile demistim hatta "Ya ben yapmam gerekenleri(neyse ki onlar) yapmaya yetismekten cocugu sevecek zaman bulamiyorum ki!". Bahsettigim de bebegin yemesi, icmesi, temizligi, uykusu gibi islerdi, holding falan yonetmiyordum yan tarafta.
Her cesit kitabi okuyordum. Ise yaramadi diyemem. Daha cok elalemin cocuk yetistirmesine musallat olacagim zamanlarda yaramistir o ayri. Mesela cocuga hayir deyip sonra veled avazi ciktigi kadar aglayip elemanin gozunu dondurunce istedigini yapan anneleri bu derin bilgilerimle uyarmisimdir. Cocuklarina "agla, cirkefles o zaman istedigin olur" mesaji verdiklerini falan bikmadan anlatirim. Iki cocugumda da bu hususa dikkat ettigim icin kendimde kaynanalik yapma hakkini gorur ve firsati hic kacirmam evelalah.
Simdi dusunuyorum da muhtemelen bunun teorisini falan hic okumadan cocuklarini ve torunlarini bu sekilde buyutmustu anneannem ve dahi annem. Simdi aklin yolu bir diyeceksiniz ama o kadar basit degil. Senelerce yuzlerce kisilik sirketler yonetip, okuyup ufleyip sonra da ufacik bir veledin parmaginda vizir vizir donup ele gune malamat olanlar taniyorum ben.
"Ay sekerim simdi cocuklar daha kiymetli. Her sey onlar icin degil mi ama. Ondan ondan..." diyen cocuk merkezli aile muminlerine de hak vermiyorum. Taaa 40 yil evvel en cocuk merkezli aileydi bizimkisi ama bu, cocugun "hayat benim etrafimda donuyor len" diye hissedecegi sekilde degildi. Hayatin bizim etrafimizda dondugunu hissettigimde ben kazik kadar bir kadindim.
Bizim hissettigimiz sevildigimiz, onemsendigimizdi bir de guven.
Bu noktada kahramanim olan sahane kadinin baska bir makro ozetini de belirtmeden gecemeyecegim. Daha bir pratik annelige yonelik olarak sunu derdi: "Cocuk aglatilmaz (ama cocuk hele de bebeyken aglaar, oyle iletisim kurar ya hani bkz kitaplar) cocugun temel ihtiyaclarini onu aglatmadan -kendisinin daha veciz ifadesiyle" aglayip azmadan"- karsilayacaksin."
O zaman dedigini dinlediysem de aglamanin da cok problem olmayacagini dusundugum olmustu. Simdi aglamadan buyutulmus bir cocuk olarak temel ihtiyaclarim (calisinca maasimin odenmesi, esit muamele...vb) icin niye cazgirlik edemedigimi dusununce durumu daha iyi kavriyorum. Evet temel ihtiyaclar aglamadan karsilaninca iste o zaman bebegin aglamasi bir iletisim yolu olabiliyor. Cunku eminsin ac degil, uykusu yok, alti temiz bebegin sana bir sey anlatmaya calisiyor. Anacigimin demesiyle "iste o zaman cozebilirsin her aglamanin ne manaya geldigini, hepsinin tonu baskadir..."
Simdi elinde bilmem ne marka organik mamasiyla bebesine kati mama sunan, bebecik bizim kabul gunu tabagina el kol salladi diye agzina tavuk gogsunden yalatmamiza" ay onlardan vermesek" diye engel olarak kendini oz hakiki ana sanan vatandasin yaninda "Aaa kati mamaya gecen dunyadaki ilk bebek bak kizim gordun di mi" diyen ben mi kabahatliyim yoksa genetigi akil fikir genleriyle degistirilesi ana-baba okulu camiasi mi?....Baska sorum yok!
Friday, November 6, 2009
SORALIM BAKALIM KENDIMIZE: "AY APTAL MIYIM ACABA?..."
Unlu mu unlu, hem kose yazari hem figuran bir kalantor koseci abi demis ki "Dunyada kimse aptal miyim ki diye kendi kendine sormaz. Herkes pek bir sever kendi aklini. Olmaz da hadi yeni bastan akil dagitiliyor deseniz, yok abi ya bu iyi ben yine benimkini alayim der". Simdi bakmayin tirnak icine aldigima cunku mealen boyle. Basi tutuyordur da sonuna seslendirmeyi dayanamayip ben ekledim. Merak edenler yaziyi bulsun okusun, kasmayalim simdi.
Velakin bendeniz -farkimi farkedin diye yaziyorum-: Bu soruyu kendime gayet ciddi tarafindan sormus birisiyim. Mutad araliklarla saglamasini yaptigim soylenemez de hayatimin bir asamasinda "Hakkat ya yoksa aptal falan miyim ki" diye sormustum.
Bu durum 17-18 yas civarina, Bogazici Universitesinin Fen fakultesinde, gunlerimi asagilanarak gecirmeyi zevk edindigim bir yillik doneme rastlar. Ancak muhim olan bu duruma gelis surecinde es, dost, akraba, ogretmen kimi arasan topu tarafindan ekstra sisirilmis bir egoyu okul cantasina tek sermaye olarak tepmis olmamdir. Oysa garibim ben, duz lise mezunu, klasik matematik ve fenin ogretildigi son kusagin temsilcisi, ceneye kuvvet fakat fena halde tembel bir sahsiyettim. Dersanenin basindaki netlerimle bitisindekiler muhtemelen ayni yuzdelige dusuyordu. 12 senelik caliskan, akilli cocuk sermayesinin son kirintilarini yiyordum.
Universite sinavi akademik hayatin ve esasli bir universitenin beklentilerinin kenarindan bile gecmiyordu. Bir de bu nesneleri baska bir dilde ogrenecektim. Yahu felaket geliyorum diyormus da tribunler hala gaz veriyormus ya ben ona yaniyorum. Neyse genclik tabii ki... Ancak sagolsun B.U'nun affi yok evire cevire bana haddimi bildirdi. Babama caktirmadan Bogazicini ikinci defa bile kazandim ya, demek ki hint fakirinden beter olmusum o ara.
Butun bunlari niye yazdim. Bizim millet olarak karakterimizdir. Pek severiz gaz vermeyi ve de gaza gelmeyi. Dayanak falan da aramayiz. Bu durumun bazen vahim sonuclarini da dusunmeyiz. Ver gazi isterse Superman oldum diye millet kendini atsin bir yerden, bakmayiz bu tarafina...
Isin kotusu bu milli kultur halini aliyor, hatta gecer akce oluyor. Politikacisidan yazarina, bilim adamina, sporcusundan bildigin vatandasa gaza gelip kendini kaybetmek, kapasite falan bakmadan bodoslama gitmek moda su aralar. Bir sag duyulu tip de aradan numunelik cikip "Ya ne bu simdi, var mi boyle bir sey, kimi kandiriyoruz?" dese mumkunse onu da beter etmek, linc etmek de bir tane ver gazi kulturu alana yaninda bedava verildiginden standart uygulamaya dahil.
Hadi benim kisa tarihimin hatirlattigi, 12 senelik tesekkur takdirleri bozdur bozdur harca mantiginin dibe vurusu okuldan bir senede az daha atilip sey ustu oturmaksa, bu 10 da bir hesabiyla maazallah 700 kusur senelik imparatorluk tarihinden bozdurup bozdurup yemenin sonu neye tekabul eder... Iyisi mi ben hesap etmeyeyim.
Gaz vermeyi kessek de depoyu mu fullesek acaba?....
Velakin bendeniz -farkimi farkedin diye yaziyorum-: Bu soruyu kendime gayet ciddi tarafindan sormus birisiyim. Mutad araliklarla saglamasini yaptigim soylenemez de hayatimin bir asamasinda "Hakkat ya yoksa aptal falan miyim ki" diye sormustum.
Bu durum 17-18 yas civarina, Bogazici Universitesinin Fen fakultesinde, gunlerimi asagilanarak gecirmeyi zevk edindigim bir yillik doneme rastlar. Ancak muhim olan bu duruma gelis surecinde es, dost, akraba, ogretmen kimi arasan topu tarafindan ekstra sisirilmis bir egoyu okul cantasina tek sermaye olarak tepmis olmamdir. Oysa garibim ben, duz lise mezunu, klasik matematik ve fenin ogretildigi son kusagin temsilcisi, ceneye kuvvet fakat fena halde tembel bir sahsiyettim. Dersanenin basindaki netlerimle bitisindekiler muhtemelen ayni yuzdelige dusuyordu. 12 senelik caliskan, akilli cocuk sermayesinin son kirintilarini yiyordum.
Universite sinavi akademik hayatin ve esasli bir universitenin beklentilerinin kenarindan bile gecmiyordu. Bir de bu nesneleri baska bir dilde ogrenecektim. Yahu felaket geliyorum diyormus da tribunler hala gaz veriyormus ya ben ona yaniyorum. Neyse genclik tabii ki... Ancak sagolsun B.U'nun affi yok evire cevire bana haddimi bildirdi. Babama caktirmadan Bogazicini ikinci defa bile kazandim ya, demek ki hint fakirinden beter olmusum o ara.
Butun bunlari niye yazdim. Bizim millet olarak karakterimizdir. Pek severiz gaz vermeyi ve de gaza gelmeyi. Dayanak falan da aramayiz. Bu durumun bazen vahim sonuclarini da dusunmeyiz. Ver gazi isterse Superman oldum diye millet kendini atsin bir yerden, bakmayiz bu tarafina...
Isin kotusu bu milli kultur halini aliyor, hatta gecer akce oluyor. Politikacisidan yazarina, bilim adamina, sporcusundan bildigin vatandasa gaza gelip kendini kaybetmek, kapasite falan bakmadan bodoslama gitmek moda su aralar. Bir sag duyulu tip de aradan numunelik cikip "Ya ne bu simdi, var mi boyle bir sey, kimi kandiriyoruz?" dese mumkunse onu da beter etmek, linc etmek de bir tane ver gazi kulturu alana yaninda bedava verildiginden standart uygulamaya dahil.
Hadi benim kisa tarihimin hatirlattigi, 12 senelik tesekkur takdirleri bozdur bozdur harca mantiginin dibe vurusu okuldan bir senede az daha atilip sey ustu oturmaksa, bu 10 da bir hesabiyla maazallah 700 kusur senelik imparatorluk tarihinden bozdurup bozdurup yemenin sonu neye tekabul eder... Iyisi mi ben hesap etmeyeyim.
Gaz vermeyi kessek de depoyu mu fullesek acaba?....
EMPATININ –YOKSA MERHAMETIN MI DEMELIYIZ- OLUMU
Cocukluk arkadasim doktor Aslihan beni iyice doldurusa getirdi. Yazmaya mazeret olarak simdi bir de Turk doktorumuz var. Yazilarimi begenme gafletinde bulundu ya artik benden kurtulus yok.
Ilk yazimda sayin okurlari empati adi verilen havali ve pek moda kavram uzerine dusunmeye sevkederek sahneden ayrilmistim. Konuyu sen sag ben selamet kapatayim da bir haftadir gormekte oldugum ruyalar dizisini anlatayim diyordum. Hem bir tasla iki kus bakarsin Aslihan da tip okumus bir kimse olarak ruyalarima psikanaliz yapabilirdi. Evet Aslihan kadin dogum uzmani ama herhalde arada bir yerde, fakultenin son senesinde, (bakiniz: tip literaturune “az ye de intorn tut” tabirinin kazandirildigi sene)psikiyatri kliniginde de bulunmus bir kisi.
Postmodern yazarlar gibi, yazarim ruyalarimi sonra okurlar – ozellikle ismi gecen doktor- tabir eder diye hayal ediyordum. Ne mumkun, yazimi yazayim diye bilgisayarimi acip cok caliskan ve asla dalga gecmeyen bir kimse oldugumdan, bir saat kadar internette gazete, dergi devr-I alem gezdim. Gezmez olaydim. Haydi gezdin, ne isin var dip kose okuyorsun?
Karsima Aksiyon dergisinin derin dehlizlerinde su baslik cikmasin mi? “Empati’nin yitimi: Kayitsizlik politikasi uzerine”. Icimdeki yesil gozlu canavar – hayir trafik canavari degil kiskanclik canavari- bir kukredi ki sormayin gitsin. Elin adami gitmis benim dahiyane fikrimi evirmis cevirmis bir de kitap yazmis. Benim “tembel-vicdan”ikilisine oh olsun ama. Bunun boyle olacagi belliydi.
Ilk soku atlatip yaziyi okudum. Bir kitap tanitimiydi (Empatinin yitimi: Kayitsizlik Politikasi Uzerine, Arno Gruen , Citlembik Yayinlari). Baslik benzerligi disinda benim dahiyane fikirlerimin etek uclarina bile yetisemiyordu. Efendim neymis modern cagin hastaligi empatinin yitimiymis, insanlar duyarsizlasmis. Yolda olsen kimse donup bakmiyormus. Bildigimiz seyler degil mi efendim? Yani hoduklugun tarihcesini yazmaya ne luzum var? Yani magandalik bugun mu cikti? Hadi dert ettiniz incelediniz, zavalli empati gosterip suistimal edilmis , helak olmus cogunluga-dua niyetine gecsin,azinlik demeyecegim- ne faydasi var?
Tum kestirmeden entellektuel yazarlarimiz gibi tabii ki bahsi gecen kitabi okumadim. Arif olan anlar degil mi efendim? Dergiler gazeteler bosuna mi var, bak yazmislar kitap tanitimini. Kaldi ki yazarin CV’sini soyle ben sana kitabin ne oldugunu soyleyeyim. Bir nevi kapasite meselesi, neymis marifet: Okumadan elestiri yazmakmis.
Goruldugu uzere bir Avrupali bilim insani bile henuz yazarinizin derin felsefi kapasitesine yetisememistir. Dunya empati yapalim diye diye milleti terbiyeye davet ede dursun, tekrar ediyorum tehlikenin buyugu empati yorgunu iyi insanlarin cinnetinde.
Onemli olan ayilari boyayip panda yapmak degil ki sayin okurlar. Marifet tukenmekte olan panda neslini korumak. Panda bile olsa nefis tasiyor cunku. Mazallah “Baslarim nezihligine, ender bulunmasina, ayi olurum hem korkarlar hem severler” deyiverirse empati simgesi-tamam ben uydurdum- pandalar. N’apariz o zaman?
Dedigim gibi: Empatik-hem de sempatik- olmak (ya da olmamak) nereye kadar? Iste butun mesele bu…
Ilk yazimda sayin okurlari empati adi verilen havali ve pek moda kavram uzerine dusunmeye sevkederek sahneden ayrilmistim. Konuyu sen sag ben selamet kapatayim da bir haftadir gormekte oldugum ruyalar dizisini anlatayim diyordum. Hem bir tasla iki kus bakarsin Aslihan da tip okumus bir kimse olarak ruyalarima psikanaliz yapabilirdi. Evet Aslihan kadin dogum uzmani ama herhalde arada bir yerde, fakultenin son senesinde, (bakiniz: tip literaturune “az ye de intorn tut” tabirinin kazandirildigi sene)psikiyatri kliniginde de bulunmus bir kisi.
Postmodern yazarlar gibi, yazarim ruyalarimi sonra okurlar – ozellikle ismi gecen doktor- tabir eder diye hayal ediyordum. Ne mumkun, yazimi yazayim diye bilgisayarimi acip cok caliskan ve asla dalga gecmeyen bir kimse oldugumdan, bir saat kadar internette gazete, dergi devr-I alem gezdim. Gezmez olaydim. Haydi gezdin, ne isin var dip kose okuyorsun?
Karsima Aksiyon dergisinin derin dehlizlerinde su baslik cikmasin mi? “Empati’nin yitimi: Kayitsizlik politikasi uzerine”. Icimdeki yesil gozlu canavar – hayir trafik canavari degil kiskanclik canavari- bir kukredi ki sormayin gitsin. Elin adami gitmis benim dahiyane fikrimi evirmis cevirmis bir de kitap yazmis. Benim “tembel-vicdan”ikilisine oh olsun ama. Bunun boyle olacagi belliydi.
Ilk soku atlatip yaziyi okudum. Bir kitap tanitimiydi (Empatinin yitimi: Kayitsizlik Politikasi Uzerine, Arno Gruen , Citlembik Yayinlari). Baslik benzerligi disinda benim dahiyane fikirlerimin etek uclarina bile yetisemiyordu. Efendim neymis modern cagin hastaligi empatinin yitimiymis, insanlar duyarsizlasmis. Yolda olsen kimse donup bakmiyormus. Bildigimiz seyler degil mi efendim? Yani hoduklugun tarihcesini yazmaya ne luzum var? Yani magandalik bugun mu cikti? Hadi dert ettiniz incelediniz, zavalli empati gosterip suistimal edilmis , helak olmus cogunluga-dua niyetine gecsin,azinlik demeyecegim- ne faydasi var?
Tum kestirmeden entellektuel yazarlarimiz gibi tabii ki bahsi gecen kitabi okumadim. Arif olan anlar degil mi efendim? Dergiler gazeteler bosuna mi var, bak yazmislar kitap tanitimini. Kaldi ki yazarin CV’sini soyle ben sana kitabin ne oldugunu soyleyeyim. Bir nevi kapasite meselesi, neymis marifet: Okumadan elestiri yazmakmis.
Goruldugu uzere bir Avrupali bilim insani bile henuz yazarinizin derin felsefi kapasitesine yetisememistir. Dunya empati yapalim diye diye milleti terbiyeye davet ede dursun, tekrar ediyorum tehlikenin buyugu empati yorgunu iyi insanlarin cinnetinde.
Onemli olan ayilari boyayip panda yapmak degil ki sayin okurlar. Marifet tukenmekte olan panda neslini korumak. Panda bile olsa nefis tasiyor cunku. Mazallah “Baslarim nezihligine, ender bulunmasina, ayi olurum hem korkarlar hem severler” deyiverirse empati simgesi-tamam ben uydurdum- pandalar. N’apariz o zaman?
Dedigim gibi: Empatik-hem de sempatik- olmak (ya da olmamak) nereye kadar? Iste butun mesele bu…
YAZILI ANLATIM: BIR ZIHIN DRENAJI CALISMASI
Nihayet beklenen fay kirigi gerceklesti. Elimde degil engel olamiyorum. Yaziyorum…
Kafamin icindeki sesler susmuyor. Bastan sona yazip burusturup bilincimin dibine atiyordum dusuncelerimi. Bunlari oturup yazmayisimin vicdan azabi ; bu yuzden ustume yapistirdigim tembel yaftasi... Daha fazla tahammul edemeyecegimi anladigim icin yaziyorum.
Belki de “Bir baslarsam belki duramam” diye yazmiyordum. Yani bir yandan da durum tehlike arzediyordu.
Zihnimin derin karanliginda her saniye yeni bir delik acilip bir cok soz durdurulamaz bir hizla cikiyor. Disari yol bulanlarla, bulmasi gerekenler ve hatta yakilip kulleri savrulmasi gerekenler karismaya basladi. Yorgunum. Bu muhasebeye gucum yok. Yillardir bu hesabi kendim ve hic de azimsanmayacak bir grup baskasi icin yapmaktan yoruldum. Bu yorgunluk hic hayra calismiyor.
Olur olmaz her dusunce her soz yolunu sasirip agzimdan cikmaya basladi. Kimi dusunceler - o kalabalikta itismekten- hic alakasi olmayan bambaska sozleri bir dirsek darbesiyle disari ativeriyor agzimdan…
Sucluluk duymaktan biktim. Basima actigim dertlerden ve vicdan tamirciliginden de… Sinirliyim.
Zaman zaman eteklerine yapisma bahtiyarligina sahip oldugum ender-i nadirat dostlarimin kafalarini utuleyisim de cabasi. Ve evet sonra yine vicdan cilasi…
Velhasil yeniden sakin, iyi ve uyumlu olmak istiyorum. Kafa ve yurek coplugumu bosaltmak icIn yazmam gerek. Bu da ise yaramazsa kendimi Turk hekimlerinin zeki, cevik ayni zamanda akilli ve mumkunse kansiz calisanlarina emanet edecegim. (Birden zavalli bir batili doktorun hayatinin icine akla ziyan hikayemle dustugumu hayal ettim. Cisss… Bu hayalden kendimi men ediyorum. 32 kisim dizi senaryosuna bu kafada hic yer kalmadi. Dur daha bahar temizligine yeni basladik!)
Ilk basligimiz kafaya son takilan konu – artik sondan basa gidecegiz, hos belli olmaz ortaya karisik noktasina da gelebiliriz- Evet ne diyordum, son gunlerdeki kafa sesim soruyor da soruyor:
“Empati, empati nereye kadar?”
“Cok empatinin de bir Vietnam sendromu haline donusumu mumkun mu?”
“Hem kendi duygularini hem de karsisindakilerinkini -cifte kavrulmus- dusunmeden yasamaya vicdani (yine o kelime) elvermeyenlerin kilometreleri nerede trak diyor?”
Hatta bugun kirmizi isikta beklerken bunlar ve benzeri sorulara yanit arayan deneme turu yazima cok tumturakli bir baslik bulmustum ancak unuttum. Benim sorunum da bu iste. Su bulasik yikarken ve trafikte beklerken kafama yazdiklarimla nobel bile alirdim ama tembelligin gozu kor olsun. Artik vira bismillah basladik cok sukur. Vatana, millete ve son zamanlarda verdigim gecici (umarim) rahatsizliga maruz kalan insan evladi kimselere hayirli olsun. Hah iste basligi da hatirladim. “Orselenen duygusal zekanin tehlikeleri: Empati bir sosyal kaos sebebi olabilir mi?” gibi bir seydi.
Simdi bu basligi okuyup, dilimizde atlari durdurmak icin soylenen uc harfli kelimeyi kullananlari duyar gibiyim. Zaten basligin asli daha tumturakliydi. Sosyoloji bolumune tez olacak cinstendi ama ne demistik hani “tembel-vicdan” ikilisi yazamamisti. –Tamam kestik, sadede vardik!-
Mesele su: Duygusal zekasi gelismis, sosyal becerileri kuvvetli, akide sekeri kivaminda insanlar, birakin duygusal zekayi normal zekalarini bile yormayan hoduk cogunluk tarafindan orselene, hirpalana, zaman icinde, beyninde bin tilki dolasan birer sosyopat canavara donusebilir mi? Ya da paranoyak olabilir mi? Ya da genc yasta “Baslarim iletisimine, anlayisina, akim derken lokum diyenler daha uzun yasiyor” noktasina gelebilirler mi?
Iste sayin okur bu noktada yazarinizin farkini farkedeceginiz turde bir cevap geliyor: (Bosa dusunmuyoruz herhalde…)
-Evet, bunlarin hepsi mumkundur.
Simdi orneklerle aciklarsam – bir gun yaparim da belli olmaz- iste o zaman doktora tezi solda sifir olur ki bu da okuru gerer. Iyisi mi biz huzurdan ayrilip kendimizi yine zihin kuruntusu uzeri televizyon dizisine verelim. (bkz :fedakarlik, sosyal sorumluluk)
Okur da dusunsun yani… Herseyi de yazardan beklemeyelim degil mi efendim.
Kafamin icindeki sesler susmuyor. Bastan sona yazip burusturup bilincimin dibine atiyordum dusuncelerimi. Bunlari oturup yazmayisimin vicdan azabi ; bu yuzden ustume yapistirdigim tembel yaftasi... Daha fazla tahammul edemeyecegimi anladigim icin yaziyorum.
Belki de “Bir baslarsam belki duramam” diye yazmiyordum. Yani bir yandan da durum tehlike arzediyordu.
Zihnimin derin karanliginda her saniye yeni bir delik acilip bir cok soz durdurulamaz bir hizla cikiyor. Disari yol bulanlarla, bulmasi gerekenler ve hatta yakilip kulleri savrulmasi gerekenler karismaya basladi. Yorgunum. Bu muhasebeye gucum yok. Yillardir bu hesabi kendim ve hic de azimsanmayacak bir grup baskasi icin yapmaktan yoruldum. Bu yorgunluk hic hayra calismiyor.
Olur olmaz her dusunce her soz yolunu sasirip agzimdan cikmaya basladi. Kimi dusunceler - o kalabalikta itismekten- hic alakasi olmayan bambaska sozleri bir dirsek darbesiyle disari ativeriyor agzimdan…
Sucluluk duymaktan biktim. Basima actigim dertlerden ve vicdan tamirciliginden de… Sinirliyim.
Zaman zaman eteklerine yapisma bahtiyarligina sahip oldugum ender-i nadirat dostlarimin kafalarini utuleyisim de cabasi. Ve evet sonra yine vicdan cilasi…
Velhasil yeniden sakin, iyi ve uyumlu olmak istiyorum. Kafa ve yurek coplugumu bosaltmak icIn yazmam gerek. Bu da ise yaramazsa kendimi Turk hekimlerinin zeki, cevik ayni zamanda akilli ve mumkunse kansiz calisanlarina emanet edecegim. (Birden zavalli bir batili doktorun hayatinin icine akla ziyan hikayemle dustugumu hayal ettim. Cisss… Bu hayalden kendimi men ediyorum. 32 kisim dizi senaryosuna bu kafada hic yer kalmadi. Dur daha bahar temizligine yeni basladik!)
Ilk basligimiz kafaya son takilan konu – artik sondan basa gidecegiz, hos belli olmaz ortaya karisik noktasina da gelebiliriz- Evet ne diyordum, son gunlerdeki kafa sesim soruyor da soruyor:
“Empati, empati nereye kadar?”
“Cok empatinin de bir Vietnam sendromu haline donusumu mumkun mu?”
“Hem kendi duygularini hem de karsisindakilerinkini -cifte kavrulmus- dusunmeden yasamaya vicdani (yine o kelime) elvermeyenlerin kilometreleri nerede trak diyor?”
Hatta bugun kirmizi isikta beklerken bunlar ve benzeri sorulara yanit arayan deneme turu yazima cok tumturakli bir baslik bulmustum ancak unuttum. Benim sorunum da bu iste. Su bulasik yikarken ve trafikte beklerken kafama yazdiklarimla nobel bile alirdim ama tembelligin gozu kor olsun. Artik vira bismillah basladik cok sukur. Vatana, millete ve son zamanlarda verdigim gecici (umarim) rahatsizliga maruz kalan insan evladi kimselere hayirli olsun. Hah iste basligi da hatirladim. “Orselenen duygusal zekanin tehlikeleri: Empati bir sosyal kaos sebebi olabilir mi?” gibi bir seydi.
Simdi bu basligi okuyup, dilimizde atlari durdurmak icin soylenen uc harfli kelimeyi kullananlari duyar gibiyim. Zaten basligin asli daha tumturakliydi. Sosyoloji bolumune tez olacak cinstendi ama ne demistik hani “tembel-vicdan” ikilisi yazamamisti. –Tamam kestik, sadede vardik!-
Mesele su: Duygusal zekasi gelismis, sosyal becerileri kuvvetli, akide sekeri kivaminda insanlar, birakin duygusal zekayi normal zekalarini bile yormayan hoduk cogunluk tarafindan orselene, hirpalana, zaman icinde, beyninde bin tilki dolasan birer sosyopat canavara donusebilir mi? Ya da paranoyak olabilir mi? Ya da genc yasta “Baslarim iletisimine, anlayisina, akim derken lokum diyenler daha uzun yasiyor” noktasina gelebilirler mi?
Iste sayin okur bu noktada yazarinizin farkini farkedeceginiz turde bir cevap geliyor: (Bosa dusunmuyoruz herhalde…)
-Evet, bunlarin hepsi mumkundur.
Simdi orneklerle aciklarsam – bir gun yaparim da belli olmaz- iste o zaman doktora tezi solda sifir olur ki bu da okuru gerer. Iyisi mi biz huzurdan ayrilip kendimizi yine zihin kuruntusu uzeri televizyon dizisine verelim. (bkz :fedakarlik, sosyal sorumluluk)
Okur da dusunsun yani… Herseyi de yazardan beklemeyelim degil mi efendim.
SEHRIMIZE HOSGELDINIZ...
Benim yaslarimda, memleketimden bir kadinin yazisini okuyordum bugun. Basarili, unlu, kalbur ustu bir hayat yasayabilen ama belli ki yorgun , kalbi kirik. Alip basini (ve de vurup sirtina bebesini) gitmelere karar vermis.
Anlasilan huzurun uzak diyarlarda yasadigina, o gokkusaginin altindan bir noktada gecildigine inanmak istiyor. Ne yapsin bir umut iste… Anliyorum onu ve keske diyorum keske… Biz vurduk sirtimiza bebeyi en uzak diyara goctuk de bu arizali efkari sokup atabildik mi kafadan? Olura olmaza, yakina uzaga kafayi takan, gonlu uzen, bunyeyi hirpalayan ustune empatinin dibini bulmaya yeminli bir tipsen “caresi yok kardesim…”
“Antidepresaninizi nasil alirdiniz?” sehrine hosgeldiniz : Rakim: eksi bilmem kac . Nufus: takma kafana yalniz degilsin.
Bu sehrin kadinlari (zaten pek erkeklerin takildigi bir sehir degil ne hikmetse) ailelerinde en az bir kendilerine benzer ornekle buyurler. Bunlar bebeyken aglayan arkadaslarina emziklerini ikram eden tiplerdir. Yeter ki huzur bozulmasin, fincanci katirlari urkmesin (bir de coktur ki bu mubarek fincanci katirlari). Sakin “onlara ne?” demeyin. Olur mu oyle? Onlar kendi mikrokozmoslarinin huzurunu dogrudan dunya barisina baglamislardir. Yine de birazcik daha gercekci davranabilirler cunku duygulari kadar kafalari da calisir. Bakarlar ki dunya barisini kurtarmak yas, rotayi kendi misak-i milli sinirlarina cevirirler ve kafayi takmaya kendi ailelerinden baslarlar.
Cekirdek aileden bahsetmiyorum tabii ki. Tum sulale… Ve zamanla buna konu komsu, cocugun okuldaki ogretmeni, kiz kardesinin dunuru, okul aile birligindeki sahislar, gazetedeki kose yazari, marketteki kasiyer kiz, eczaci kalfasi, bir hafta sonra eczacinin kendisi, ogrenci degisimiyle belcikadan gelen, kizinin yasiti misafir cocuk (yabanci dil yetiyorsa ailesi), annesinin evine temizlige gelen kadin, kayinvalidesinin akraba gunu mensuplari, isyerindeki herkes, mumkunse bazilarinin aileleri ve daha pek coklari eklenir. Sonra tum bu ve bunun gibi tiplerin sadece kahramanimizla degil birbirleriyle olan iliskileri de dahil olur sinirlarin icine. Sanki “Baslarim yaa” deseler bozulacakmis gibi duran bir dengenin kantar topuzunda bulurlar kendilerini.
Tabii aslinda kantar topuzunda oturduklari falan yoktur. Bu onlarin algisidir. Zaten ariza da buradadir. Ancak bu ariza bulasicidir. Kahramanimiz henuz sebebi bilinemeyen bu ic guduyle Hale, Jale, Lale ve butun mahalleye yaranmaya calisirken, “aman herkes iyi gecinsin uc gunluk dunyada di mi” diye paspasa donerken etraftan benzer illuzyonu gormeye baslayanlar artar. Bir farkla bizimki “sorumluyum , sorumluyum, sorumluyum…” diye bir takilma gostermisken digerleri ne hikmetse bunu “sorumlusun, sorumlusun, sorumlusun” seklinde aksettirirler. Yankida – yoksa algida miydi- secicilik de diyebiliriz buna…
Sonrasi mi, disaridan guclu, becerikli, tuttugunu koparan kadin olarak algilanan ve duygularina daima hakim olmasi beklenen kahramanimiz su sizdirmaya baslar. Olura olmaza aglamak ilk sinyallerdir. Olgunlastikca daha duyarli oldugunu bunun da gucune guc kattigini dusunur disarisi. Hem de kendini toparlayip hayata geri donusunu gorunce iradeyi de fullemis, tas mubarek derler. Icten ice gicik olanlari da coktur. Bizimki pedallari cevirmeyi biraksa dunya duracak sandigindan dag tepe , yagmur camur dinlemez basar pedala. Kendi yetisemedigi yere fikirlerini yetistirme cabasindadir bir yandan da. Zamanla ikinci belirti kendini gosterir: Mecburi durma anlarinda (uyku gibi) hayali bir pedali cevirmeye devam eder yani kafa susmaz, uykuya dalmak guclesir.
Kafa da calisiyor ya baslar bizimki kisisel gelisim, kendini donusturme gibi konulara girmeye , daha bir huzur duyacaktir ya, o gune kadar yasadiklarinin da bosa cikmadigini carsaf carsaf kitaplar yazildigini gormesi ve bir oh cekmesi gerekmektedir. Gorur mu gorur ama bizimki bunca zekaya ragmen biraz saflamadir da… Bunlarin hoduk cogunlugu donusturmeye yonelik oldugunu es gecer. Az daha hirpalar kendini “ben dilleri, saglikli iletisim masallariyla”. Her seferinde sonuc “Nasil boyle bir laf eder ya? Bu ne duyarsizlik” diye hayiflanmasidir.
Artik dank etmistir diyorsunuz degil mi? Yok bunlarda bir cesur yurek mi desem , son mohikan mi acayip bir durum vardir illa ki gurese doymazlar. Taa ki bisikletin tekerleginin degil tasa takilmasi, tasin uzaktan gorulmesi hatta tevaturu bile ellerinin kollarinin titremesine sebep olana dek aymazlar. Kimi garibimde de olur olmadik yerde kalp carpar goz kararir da bizimki hala kabahat pedala kuvvette degil vitamin eksikliginde der.
Evet huzur uzakta degil, yakinda mi bilmiyorum. Ezberim huzurun yerini anlatan cok saglam kaynakli cumlelerle dolu ama onlari bilmek huzura kavusmaya yetmiyor. Idrak, bilgiden baska bir sey. Aczini hem fikren hem fiilen kabul etmekse tamamen ekber hadiseler.
Ben sahsen Don Kisottan bir arpa boyu uzaktayim ama ne kendime ne de bedenime soz geciremiyorum. Ve eger bu hikayenin mutlu sonla bitisini yazabilen varsa bas role talibim…
Anlasilan huzurun uzak diyarlarda yasadigina, o gokkusaginin altindan bir noktada gecildigine inanmak istiyor. Ne yapsin bir umut iste… Anliyorum onu ve keske diyorum keske… Biz vurduk sirtimiza bebeyi en uzak diyara goctuk de bu arizali efkari sokup atabildik mi kafadan? Olura olmaza, yakina uzaga kafayi takan, gonlu uzen, bunyeyi hirpalayan ustune empatinin dibini bulmaya yeminli bir tipsen “caresi yok kardesim…”
“Antidepresaninizi nasil alirdiniz?” sehrine hosgeldiniz : Rakim: eksi bilmem kac . Nufus: takma kafana yalniz degilsin.
Bu sehrin kadinlari (zaten pek erkeklerin takildigi bir sehir degil ne hikmetse) ailelerinde en az bir kendilerine benzer ornekle buyurler. Bunlar bebeyken aglayan arkadaslarina emziklerini ikram eden tiplerdir. Yeter ki huzur bozulmasin, fincanci katirlari urkmesin (bir de coktur ki bu mubarek fincanci katirlari). Sakin “onlara ne?” demeyin. Olur mu oyle? Onlar kendi mikrokozmoslarinin huzurunu dogrudan dunya barisina baglamislardir. Yine de birazcik daha gercekci davranabilirler cunku duygulari kadar kafalari da calisir. Bakarlar ki dunya barisini kurtarmak yas, rotayi kendi misak-i milli sinirlarina cevirirler ve kafayi takmaya kendi ailelerinden baslarlar.
Cekirdek aileden bahsetmiyorum tabii ki. Tum sulale… Ve zamanla buna konu komsu, cocugun okuldaki ogretmeni, kiz kardesinin dunuru, okul aile birligindeki sahislar, gazetedeki kose yazari, marketteki kasiyer kiz, eczaci kalfasi, bir hafta sonra eczacinin kendisi, ogrenci degisimiyle belcikadan gelen, kizinin yasiti misafir cocuk (yabanci dil yetiyorsa ailesi), annesinin evine temizlige gelen kadin, kayinvalidesinin akraba gunu mensuplari, isyerindeki herkes, mumkunse bazilarinin aileleri ve daha pek coklari eklenir. Sonra tum bu ve bunun gibi tiplerin sadece kahramanimizla degil birbirleriyle olan iliskileri de dahil olur sinirlarin icine. Sanki “Baslarim yaa” deseler bozulacakmis gibi duran bir dengenin kantar topuzunda bulurlar kendilerini.
Tabii aslinda kantar topuzunda oturduklari falan yoktur. Bu onlarin algisidir. Zaten ariza da buradadir. Ancak bu ariza bulasicidir. Kahramanimiz henuz sebebi bilinemeyen bu ic guduyle Hale, Jale, Lale ve butun mahalleye yaranmaya calisirken, “aman herkes iyi gecinsin uc gunluk dunyada di mi” diye paspasa donerken etraftan benzer illuzyonu gormeye baslayanlar artar. Bir farkla bizimki “sorumluyum , sorumluyum, sorumluyum…” diye bir takilma gostermisken digerleri ne hikmetse bunu “sorumlusun, sorumlusun, sorumlusun” seklinde aksettirirler. Yankida – yoksa algida miydi- secicilik de diyebiliriz buna…
Sonrasi mi, disaridan guclu, becerikli, tuttugunu koparan kadin olarak algilanan ve duygularina daima hakim olmasi beklenen kahramanimiz su sizdirmaya baslar. Olura olmaza aglamak ilk sinyallerdir. Olgunlastikca daha duyarli oldugunu bunun da gucune guc kattigini dusunur disarisi. Hem de kendini toparlayip hayata geri donusunu gorunce iradeyi de fullemis, tas mubarek derler. Icten ice gicik olanlari da coktur. Bizimki pedallari cevirmeyi biraksa dunya duracak sandigindan dag tepe , yagmur camur dinlemez basar pedala. Kendi yetisemedigi yere fikirlerini yetistirme cabasindadir bir yandan da. Zamanla ikinci belirti kendini gosterir: Mecburi durma anlarinda (uyku gibi) hayali bir pedali cevirmeye devam eder yani kafa susmaz, uykuya dalmak guclesir.
Kafa da calisiyor ya baslar bizimki kisisel gelisim, kendini donusturme gibi konulara girmeye , daha bir huzur duyacaktir ya, o gune kadar yasadiklarinin da bosa cikmadigini carsaf carsaf kitaplar yazildigini gormesi ve bir oh cekmesi gerekmektedir. Gorur mu gorur ama bizimki bunca zekaya ragmen biraz saflamadir da… Bunlarin hoduk cogunlugu donusturmeye yonelik oldugunu es gecer. Az daha hirpalar kendini “ben dilleri, saglikli iletisim masallariyla”. Her seferinde sonuc “Nasil boyle bir laf eder ya? Bu ne duyarsizlik” diye hayiflanmasidir.
Artik dank etmistir diyorsunuz degil mi? Yok bunlarda bir cesur yurek mi desem , son mohikan mi acayip bir durum vardir illa ki gurese doymazlar. Taa ki bisikletin tekerleginin degil tasa takilmasi, tasin uzaktan gorulmesi hatta tevaturu bile ellerinin kollarinin titremesine sebep olana dek aymazlar. Kimi garibimde de olur olmadik yerde kalp carpar goz kararir da bizimki hala kabahat pedala kuvvette degil vitamin eksikliginde der.
Evet huzur uzakta degil, yakinda mi bilmiyorum. Ezberim huzurun yerini anlatan cok saglam kaynakli cumlelerle dolu ama onlari bilmek huzura kavusmaya yetmiyor. Idrak, bilgiden baska bir sey. Aczini hem fikren hem fiilen kabul etmekse tamamen ekber hadiseler.
Ben sahsen Don Kisottan bir arpa boyu uzaktayim ama ne kendime ne de bedenime soz geciremiyorum. Ve eger bu hikayenin mutlu sonla bitisini yazabilen varsa bas role talibim…
GURBET DEDIGIN...
Gurbet...
Nedir ki?..
Vatandan uzak olmak midir gurbet?
Ait oldugun(u sandigin) yerlere ozlem midir?
Dogdugun, buyudugun, sevdigin, sevildigin yurdundan uzak yasamak midir omur vazifesini...
Uskudar meydani'nda gezememek, Sultanahmet'in secde kokusunu duyamamak midir?
Her ay gokteki hilali evladina "Bak yavrum bayrak cikti" diye gostermek midir?
Nedir bu dunya gurbeti acaba?...
Hakir bir zerre oldugunu kesfettiren bir yolculuk mudur nefsinin en derin koselerine...
Ruhunun bu aleme dustugu gun hissetmeye basladigi ayrilik izdirabini tenine yasattiran bir imtihan midir?..
Gurbetin gecici, yurdunda kalacagin gelecek gunlerin kalici oldugunu dusunen sana gurbeti yurt ettirmeyen bu fikirler, dunyanin faniligini tokat gibi carpmaktadir yuzune aslinda...
Bir an ruhun belirir aynanin obur yaninda, bir anligina anlayiverirsin onun omur izdirabini...Neden dunyadakiler agladigi gun onun cilesinin bittigini....
Gurbette sevdiklerine kavusmayi hayal etmekten daha guzel bir an yoktur ya...O anlardan birinde anlarsin, her daim cirpinan ruhunun neden sahibini zikrettiginde sukun buldugunu.
Gurbet dedigin nedir ki?
Bugun yarin bitecek dedigin gurbetin Cengelkoy'deki sabah ezaninda, Ankara'daki dost yuzunde hatta evladinin cennet kokusunda sakli oldugunu hissetmek...
Dunya yuzundeki bu "gurbetcigin" aslinda omur gurbetini tefekkure goturen bir armagan oldugunu anlamak....
Bu uzak yerde nispeten yalnizken kendinle yuzlesme sancisini yasamak...
Aynada bir anligina yakaladigin ruhunun aksini dost edinebilip onun yikandigi pir u pak sularda yikanmaya talip olmak..
O sularin zikir kiyilarinda gezinmek...
Bunlari her an dusunup hissetmek icin yalvarmak ama nefse uyup unutmak...
Beynini catlatan bu binlerce fikrin cok uzaklarda oldugu cocukluguna , gencligine bir anlik nostaljiyle uzanmak...
Orada eski bir dosta rastlamak...
Bilmem bu gurbet nedir acaba?...
Uzak midir , yakin midir...
Dost mudur , dusman midir...
Belki de "herkese sunulan bir arpa boyu yol"dur...
Anneannemin ogrettigi ilk duadir belki de hani soyle biten "Rabbi temmim bil hayr"
Amin
Nedir ki?..
Vatandan uzak olmak midir gurbet?
Ait oldugun(u sandigin) yerlere ozlem midir?
Dogdugun, buyudugun, sevdigin, sevildigin yurdundan uzak yasamak midir omur vazifesini...
Uskudar meydani'nda gezememek, Sultanahmet'in secde kokusunu duyamamak midir?
Her ay gokteki hilali evladina "Bak yavrum bayrak cikti" diye gostermek midir?
Nedir bu dunya gurbeti acaba?...
Hakir bir zerre oldugunu kesfettiren bir yolculuk mudur nefsinin en derin koselerine...
Ruhunun bu aleme dustugu gun hissetmeye basladigi ayrilik izdirabini tenine yasattiran bir imtihan midir?..
Gurbetin gecici, yurdunda kalacagin gelecek gunlerin kalici oldugunu dusunen sana gurbeti yurt ettirmeyen bu fikirler, dunyanin faniligini tokat gibi carpmaktadir yuzune aslinda...
Bir an ruhun belirir aynanin obur yaninda, bir anligina anlayiverirsin onun omur izdirabini...Neden dunyadakiler agladigi gun onun cilesinin bittigini....
Gurbette sevdiklerine kavusmayi hayal etmekten daha guzel bir an yoktur ya...O anlardan birinde anlarsin, her daim cirpinan ruhunun neden sahibini zikrettiginde sukun buldugunu.
Gurbet dedigin nedir ki?
Bugun yarin bitecek dedigin gurbetin Cengelkoy'deki sabah ezaninda, Ankara'daki dost yuzunde hatta evladinin cennet kokusunda sakli oldugunu hissetmek...
Dunya yuzundeki bu "gurbetcigin" aslinda omur gurbetini tefekkure goturen bir armagan oldugunu anlamak....
Bu uzak yerde nispeten yalnizken kendinle yuzlesme sancisini yasamak...
Aynada bir anligina yakaladigin ruhunun aksini dost edinebilip onun yikandigi pir u pak sularda yikanmaya talip olmak..
O sularin zikir kiyilarinda gezinmek...
Bunlari her an dusunup hissetmek icin yalvarmak ama nefse uyup unutmak...
Beynini catlatan bu binlerce fikrin cok uzaklarda oldugu cocukluguna , gencligine bir anlik nostaljiyle uzanmak...
Orada eski bir dosta rastlamak...
Bilmem bu gurbet nedir acaba?...
Uzak midir , yakin midir...
Dost mudur , dusman midir...
Belki de "herkese sunulan bir arpa boyu yol"dur...
Anneannemin ogrettigi ilk duadir belki de hani soyle biten "Rabbi temmim bil hayr"
Amin
ZORUNLULUK, SORUMLULUK VE HUZUR...
Hayatimin hatirladigim en erken doneminden beri zorunluluk kavramiyla sorunlarim olmustur. Bir nevi alerji diyebiliriz. Bir seye mecbur tutulmak beni rahatsiz eder. Bu duygunun bazen makul sinirlari zorladigini hissettigim de olmustur. Bir is sahibi olmayi cok istemisken her gun ise gitme zorunlulugu beni huzursuz etmistir. Universite sinavina calisma zorunlulugu da bir meslek secmekte oldugum harika duygusunu hep golgelemistir.
Normalde kendi irademle onunde sonunda yapacagim seyleri, arada bir yerde birisi yap deyince de ayni sinir duygu gun yuzune cikar. Sanki istegimin tam tersiymis gibi bir reaksiyon gelisir. Bu anormalligim cok meydanda da degildir hatta bazen bazi ihmallerimin temelinin bu acayipligime dayandigini da gec farkederim. Kimseye terslendigim, “pasa gonlum ne zaman isterse o zaman yaparim” demisligim yoktur ama, bunca makul kisiligime ragmen bazi seyleri yapmayisimi insanlar ihmalkarlik, bosvermislik olarak yorumlar.
Kimi zaman dusundugumde belli bir tarihe yetismesi gereken her seyi neden son gune biraktigimi da bu huyumla iliskilendiririm.
Sorumluluk duygumun biraz gec gelismesi de belki bu arizam yuzundendir. Aile fertlerimin bazilarinin alinmasini goze alarak bu durumun genetik oldugunu dusundugumu de eklemeliyim.
Butun bunlari yillardir dusunmeme ragmen gecenlerde annem bana cocuklugumdan beri her zaman ne kadar sorumluluk sahibi oldugumu soyleyince bir an durakladim. Her makul evlat gibi kendimi annemin beni tanidigindan daha iyi tanidigimi iddia edecek degilim. Zaten annem de kargaya yavrusu sahin gorunur diye bunu soyleyecek degildir, en azindan bana boyle demeyecegini bilirim. Haliyle dusundum. Sorumluluk ve zorunluluk kavramlari kafamda epeyce dans ettiler. Yine kirmizi isikta beklerken dahiyane fikirler ve simdi unuttugum cumleler kafamda yazildi. Malesef benim hafiza su ustune yazildigindan ben ancak kenardaki islak kuma denk gelenleri kurtarabiliyorum. (Ah su kafa tasimin dili olsa da konussa)
Neyse efendim, 35 yasindan sonra sunu da kesfettim ve anladim ki, benim aslinda sorumluluklarla ilgili bir sorunum yok. Hatta sorumluluklarimi yerine getirmek konusunda gayet istekliyim. Geregini yerine getirebildigim her turlu sorumlulugumun bende biraktigi iz cok rahatlatici bir ic huzuru ve sukur duygusu. Huzurum sorumluluklarimi yerine getirebilmeme bagli da diyebiliriz. Bu acidan bakildiginda artik yaslandigim (ya da daha iyimser bir ifadeyle olgunlastigim) da soylenebilir.
Pekiyi benim bu zorunluluk durumunda karin agrilarina maruz kalmam nedendir? Ise gitme, universite sinavina calisma durumlarinin sorumluluk degil zorunluluk hanesine yazilmasini nasil aciklayacagiz (hadi suna ev islerini de ekleyelim)? Sorunun cevabi nihayet kendimi cozmeye basladigimi dusunmeme sebep oldu. Evet meslek sahibi olmak ve bunun icin gayret gostermeyi bir sorumluluk olarak gorebiliyorum ama bunun icin universite sinavini tek yol olarak kabul edemeyisim onu zorunluluga ceviriyor. (canina yandigimin ozgur ruhu…) Ayni sey is icin de gecerli isimle ilgili gereklilikleri yerine getirmeyi bir sorumluluk olarak kabul edebiliyorum ama bunun icin ise gitmek zorunda olmayi her zaman gerekli gormuyorum. (bu arada ben bir ogretmenim ve cocuklari eve toplamam da teorik olarak imkansiz ama orasini kartistirmayin:)
Velhasil insiyatifle bozmus olan yazariniz cocuklugunda kafasina bir dantela gibi islenmis, yapmasi dunya ve otelere dair gorevleri arasinda sayilmis her sorumlulugu amenna ile karsilayip mis gibi bir huzur duygusuyla ugurlarken; bunlarla iliskilendiremedigi, veya iliskilendirmeye usendigi her konuyu da tevekkul gemisinde sirtinda tasimaya devam ediyor. Ne diyeyim Allah zorunluluklarimi da sorumluluk hanesine yazabilmeyi ve yerine getirebildigim sorumluluklarin huzurunu bu dunyada da ote dunyada da yasamayi nasip etsin.
Not: Son tahlilde bir sey daha kesfettim ki gercek sorumluluklarim olduguna inandigim seyleri ertelememe sebep olan butun tali sorumluluklari zorunluluk olarak goruyor ve karin agrilarina ducar oluyorum ki bu da ayri bir yazi konusudur…(Ariza bitmiyor ki, yaz Allah yaz)
Normalde kendi irademle onunde sonunda yapacagim seyleri, arada bir yerde birisi yap deyince de ayni sinir duygu gun yuzune cikar. Sanki istegimin tam tersiymis gibi bir reaksiyon gelisir. Bu anormalligim cok meydanda da degildir hatta bazen bazi ihmallerimin temelinin bu acayipligime dayandigini da gec farkederim. Kimseye terslendigim, “pasa gonlum ne zaman isterse o zaman yaparim” demisligim yoktur ama, bunca makul kisiligime ragmen bazi seyleri yapmayisimi insanlar ihmalkarlik, bosvermislik olarak yorumlar.
Kimi zaman dusundugumde belli bir tarihe yetismesi gereken her seyi neden son gune biraktigimi da bu huyumla iliskilendiririm.
Sorumluluk duygumun biraz gec gelismesi de belki bu arizam yuzundendir. Aile fertlerimin bazilarinin alinmasini goze alarak bu durumun genetik oldugunu dusundugumu de eklemeliyim.
Butun bunlari yillardir dusunmeme ragmen gecenlerde annem bana cocuklugumdan beri her zaman ne kadar sorumluluk sahibi oldugumu soyleyince bir an durakladim. Her makul evlat gibi kendimi annemin beni tanidigindan daha iyi tanidigimi iddia edecek degilim. Zaten annem de kargaya yavrusu sahin gorunur diye bunu soyleyecek degildir, en azindan bana boyle demeyecegini bilirim. Haliyle dusundum. Sorumluluk ve zorunluluk kavramlari kafamda epeyce dans ettiler. Yine kirmizi isikta beklerken dahiyane fikirler ve simdi unuttugum cumleler kafamda yazildi. Malesef benim hafiza su ustune yazildigindan ben ancak kenardaki islak kuma denk gelenleri kurtarabiliyorum. (Ah su kafa tasimin dili olsa da konussa)
Neyse efendim, 35 yasindan sonra sunu da kesfettim ve anladim ki, benim aslinda sorumluluklarla ilgili bir sorunum yok. Hatta sorumluluklarimi yerine getirmek konusunda gayet istekliyim. Geregini yerine getirebildigim her turlu sorumlulugumun bende biraktigi iz cok rahatlatici bir ic huzuru ve sukur duygusu. Huzurum sorumluluklarimi yerine getirebilmeme bagli da diyebiliriz. Bu acidan bakildiginda artik yaslandigim (ya da daha iyimser bir ifadeyle olgunlastigim) da soylenebilir.
Pekiyi benim bu zorunluluk durumunda karin agrilarina maruz kalmam nedendir? Ise gitme, universite sinavina calisma durumlarinin sorumluluk degil zorunluluk hanesine yazilmasini nasil aciklayacagiz (hadi suna ev islerini de ekleyelim)? Sorunun cevabi nihayet kendimi cozmeye basladigimi dusunmeme sebep oldu. Evet meslek sahibi olmak ve bunun icin gayret gostermeyi bir sorumluluk olarak gorebiliyorum ama bunun icin universite sinavini tek yol olarak kabul edemeyisim onu zorunluluga ceviriyor. (canina yandigimin ozgur ruhu…) Ayni sey is icin de gecerli isimle ilgili gereklilikleri yerine getirmeyi bir sorumluluk olarak kabul edebiliyorum ama bunun icin ise gitmek zorunda olmayi her zaman gerekli gormuyorum. (bu arada ben bir ogretmenim ve cocuklari eve toplamam da teorik olarak imkansiz ama orasini kartistirmayin:)
Velhasil insiyatifle bozmus olan yazariniz cocuklugunda kafasina bir dantela gibi islenmis, yapmasi dunya ve otelere dair gorevleri arasinda sayilmis her sorumlulugu amenna ile karsilayip mis gibi bir huzur duygusuyla ugurlarken; bunlarla iliskilendiremedigi, veya iliskilendirmeye usendigi her konuyu da tevekkul gemisinde sirtinda tasimaya devam ediyor. Ne diyeyim Allah zorunluluklarimi da sorumluluk hanesine yazabilmeyi ve yerine getirebildigim sorumluluklarin huzurunu bu dunyada da ote dunyada da yasamayi nasip etsin.
Not: Son tahlilde bir sey daha kesfettim ki gercek sorumluluklarim olduguna inandigim seyleri ertelememe sebep olan butun tali sorumluluklari zorunluluk olarak goruyor ve karin agrilarina ducar oluyorum ki bu da ayri bir yazi konusudur…(Ariza bitmiyor ki, yaz Allah yaz)
Subscribe to:
Posts (Atom)